Zaman'ı Geçerken

Stok Kodu:
9786256423343
Boyut:
135-210-0
Sayfa Sayısı:
280
Baskı:
1
Basım Tarihi:
2024-07-25
Kapak Türü:
Karton
Kağıt Türü:
Kitap Kağıdı
Dili:
Türkçe
Kategori:
%8 indirimli
290,00TL
266,80TL
Havale/EFT ile: 240,12TL
9786256423343
712928
Zaman'ı Geçerken
Zaman'ı Geçerken
266.80
Öykünün öyküsü: Zaman'ı Geçerken Bir süredir bu platform üzerinden düşüncelerimi, kendi kendime ise hislerimi yazıyorum. “Yazar da bir marka mıdır?” isimli denememde ise, Zaman'ı Geçerken isimli dosyamı paylaşmayı düşündüğümden; ancak bir referans noktası, marka değeri olmayan bir yazarın eser yayınlamasının ne kadar zor olduğundan bahsetmiştim. Zaman'ı Geçerken yayınlandı. Bu denemeyle de yayınlanma hikayesini anlatmayı deneyeceğim. Çocukken en büyük hayalim bir kitabım olmasıydı. Dolayısıyla hep bir şeyler yazıp durdum. Henüz yazmayı bilmiyorken bile, uydurduğum şeyleri anneme yazdırıyordum. Masallar, mesajlar, şiirler, denemeler, ödevler, research proposol'ları, niyet mektupları, proje brief'leri… Ne yapıyor olursam olayım, hep bir şeyler yazıyordum. Yani aslında kendimle konuşuyordum. Okumak, özellikle kendine karşı bir nebze dürüst olabilen birini okumak sohbet etmek demek benim için. Kendi hızımda birini tanımak, yalnızca yazılı metni değil, metni bir araya getiren unsurları da okumaya çalışmak. Yazmak ise kendimi okumak demek. Kendime dönüp bakmak, burada ne demek istemişim, neden böyle hissetmişim diye düşünmek demek. Dolayısıyla drive dosyam farklı başlıkta dosyalarla dolu. Araştırmak istediğim fikirler, okuduğum şeylerden notlar, derinleşmek istediğim konularda ilk aklıma gelenler, hiç düşünmeden ve araştırmadan akışında yazdığım şeyler… Özellikle zor dönemlerimde akışında yazdığım şeyler artıyor, yalnız kalmakta zorlandığım zamanlar yazarak kendimle daha çok konuşuyorum. Böyle bir dönemde yazdığım dosyaya ise “Zaman'ı Geçerken” başlığını atmıştım. Hayatımda zamanın bir türlü geçmediğini hissettiğim bir dönemde, sanırım zamanı ben geçmek istiyordum. Yazarak bulunduğum andan uzaklaşmak, kendi kendime arkadaşlık ederek daha zamansız hissetmek… Bu dosyanın kapandığıını, yeni bir şeyler yazabilmeye geçebileceğimi sonu yazdığımda anladım. Sonu dediğime bakmayın, kitabın sonu bana ortalarda bir yerlerde gelmişti. Sürekli aynı şeyi yazarak, lafı dolandırarak neyi ertelediğimi bu son ortaya çıktığında fark ettim. Ne yazdığımı bile ancak sonu yazınca anladım: Bir yüzleşme öyküsü. Spoiler Alert Sanırım ne yazdığımı anlayınca değil de, bunun kimle yüzleşme olduğunu anlayınca bu dosya zihnimde tamamlanmış oldu. Kayıpla yüzleşmeye çalıştığımı zannederken kendimle yüzleştiğimi fark edince yani. Kendi zihnimin, kendi zamanımın dışına çıkmaya çalıştığımı zannederken, yalnızca bu ikisini keşfetmekte olduğumu görünce. Bu yüzden bu kitabın sonu, hatta tamamı Elif'ten Elif'e bir mektup aslında. Öyleyse neden bu dosya bir kitaba dönüştü? Bilim ve edebiyat arasındaki en temel fark birinin maddeyi, diğerinin insanı ele alması olsa gerek. Bu nedenle dışsal olay örgüleri yerine, içsel gelgitleri takip etmek benim için okumayı sohbet etme haline dönüştüren şey. En bireysel, en içten ve bize özgü hissettiren şey de bu yüzden genelde en evrensel deneyim anlatısı oluyor aslında. Olay ne kadar mikro ve yerel ise, deneyim o kadar evrenselleşiyor. Benim kendi hislerimi evrensel şekilde anlatmış olmaya dair bir iddiam yok. Aksine, yazdıklarımın kendime bir mektup olduğunu, unutmak isteyeceğim bir zamanı ironik bir şekilde kayda geçtiğimi düşünüyordum. Ta ki yazdıklarım başka bir Elif'e ulaşana kadar. Elif'in Elif'le yüzleşmesini yazarken, böyle bir şey yaşayacağımı hayal bile edemezdim. Çok sevdiğim arkadaşım ve piyano öğretmenim aracılığıyla dosyamı başka bir Elif daha okudu: Elif Doruk. Elif, benim için bir ilham kaynağı, kendi yayınevi olan bir girişimci. Zaman'ı Geçerken'de Elif'in Elif'le karşılaşmasını yazdığımda, aynı zamanda Elif Doruk'la karşılaşma sahnemi yazdığıma dair hiçbir fikrim yoktu. Elif ile ilk konuştuğum anda, bu ilk kitap yolculuğuna onunla çıkmak istediğimi anladım. Yazmak bireysel bir eylem, yayınlamak ise bir takım işi Kitabımla ilgili ilk metnimi madem Linkedin'de yazıyorum, bu platforma yönelik bir başlık da atmasam olmaz. Elif dosyamı yayınlamak istediğini söylediğinde, dosyanın bir kitaba dönüşmesi için iki aşama kalmıştı: Ön ve arka kapak. Neden bir kitabı “kapağına göre yargılama” deriz? Yazarı ve içeriği hakkında bir fikrimiz yoksa, kitabın kapağı dışında başka nereye bakabiliriz ki? Ön kapak tasarımı için ilk aklıma gelen kişi eski iş arkadaşım İsmail Günbay oldu. Tasarımın nasıl bir şey olacağından bağımsız, gelecekte “ilk kitabımın kapağını İsmail” tasarlamıştı diyebilmenin beni çok mutlu edeceğini düşündüm. İsmail de beni kırmadı ve ön kapağı hazırladı. Gördüğümde içimi açan bu tasarım için kendisine ne kadar teşekkür etsem az. Arka kapak için kitabı yansıtan bir şey hazırlamak, bu sürecin nasıl olması gerektiğini kestirmek ise benim için çok daha zordu. Çünkü kendi yazdıklarımı okumak utanç verici geliyordu, onları açıklayan ya da değerlendiren/özetleyen bir açıklama yazma fikri ise boğucuydu. Bu nedenle yapısöküm yeteneğine hayran olduğum bir yazar olan Yalın Alpay'a dosyamı gönderdim ve arka kapak için bir paragraf yazmak ister mi diye sordum. Arka kapak da bu şekilde ortaya çıkmış oldu. Acemi bir yazara kulak verdiği, yazdıklarıma geri bildirim sağladığı için kendisine minnettarım. Sonrası ise benim tarafımda bilinmezliklerle dolu bir süreçti. Hiç deneyimim olmayan bir alanda, farklı iterasyonlarla, belli bir şablon izlemeden bu süreçte ilerliyor olma hissi hem heyecan verici, hem de duygusal anlamda biraz yorucuydu. Bu yolculuktaki eşlikçim Elif gibi biri olduğu için ise çok şanslıyım. Bana yol boyunca deneyimsiz bir yazar gibi değil, yayınevinin bir parçası gibi hissettirdi ve görüşlerimi önemsedi, yaratıcılığıma alan açtı. Peki şimdi? Farklı farklı dosyalarda yazmaya devam ediyorum. Zaman'ı Geçerken boyutuna ulaşan, düşüncelerimi değil, hislerimi yazdığım yeni bir dosya daha var: Zaman'ı Geçtikten Biraz Sonra. Bu dosyayı da bir gün paylaşmaya hazır hisseder miyim bilmiyorum. Sanırım en garip tarafı da kitabı olan biri gibi hissetmiyorum. Arzunun doğası öyledir ya, gerçekleşen bir arzu artık geçmişin arzusu olmak zorundadır. Bir zamanlar en büyük hayallerim Boğaziçi'ne gitmek, farklı ülkeler görmek, sevdiğim işlerde çalışmak, kendi işimi yapmaktı. Bunlar gerçekleştikçe, hayal ettiğim zamanı hatırlayıp minnettar hissetim. Ancak hayaller kurarken her seferinde unuttuğum bir şey vardı: Bunların gerçekleştiği gün ben farklı bir kişi olmuyordum, büyümek ve farklılaşmak çok daha uzun zamana yayılan, tek bir eşik noktasına bağlı olmayan şeylerdi. Boğaziçi'ne gitmeyi hayal eden ben ve tercih sonucunu öğrenen ben arasında bir noktada yalnızca bir gün fark var. Sonuç açıklandığı gün, hayalci ben ve Boğaziçili benin kesişim noktası. O noktada ne artık bu yalnızca bir hayal, ne de tam anlamıyla gerçeklikti. Çünkü üniversiteli olmak, o deneyimin beni dönüştürmesi yıllara yayılacak olan bir olaydı. Sanırım iş hayatına atılmak ya da kitap yazmak da böyle bir şey. İnsan kitabı basıldı diye yazar gibi hissetmiyor, bir yola çıkmış gibi hissediyor sadece.
Öykünün öyküsü: Zaman'ı Geçerken Bir süredir bu platform üzerinden düşüncelerimi, kendi kendime ise hislerimi yazıyorum. “Yazar da bir marka mıdır?” isimli denememde ise, Zaman'ı Geçerken isimli dosyamı paylaşmayı düşündüğümden; ancak bir referans noktası, marka değeri olmayan bir yazarın eser yayınlamasının ne kadar zor olduğundan bahsetmiştim. Zaman'ı Geçerken yayınlandı. Bu denemeyle de yayınlanma hikayesini anlatmayı deneyeceğim. Çocukken en büyük hayalim bir kitabım olmasıydı. Dolayısıyla hep bir şeyler yazıp durdum. Henüz yazmayı bilmiyorken bile, uydurduğum şeyleri anneme yazdırıyordum. Masallar, mesajlar, şiirler, denemeler, ödevler, research proposol'ları, niyet mektupları, proje brief'leri… Ne yapıyor olursam olayım, hep bir şeyler yazıyordum. Yani aslında kendimle konuşuyordum. Okumak, özellikle kendine karşı bir nebze dürüst olabilen birini okumak sohbet etmek demek benim için. Kendi hızımda birini tanımak, yalnızca yazılı metni değil, metni bir araya getiren unsurları da okumaya çalışmak. Yazmak ise kendimi okumak demek. Kendime dönüp bakmak, burada ne demek istemişim, neden böyle hissetmişim diye düşünmek demek. Dolayısıyla drive dosyam farklı başlıkta dosyalarla dolu. Araştırmak istediğim fikirler, okuduğum şeylerden notlar, derinleşmek istediğim konularda ilk aklıma gelenler, hiç düşünmeden ve araştırmadan akışında yazdığım şeyler… Özellikle zor dönemlerimde akışında yazdığım şeyler artıyor, yalnız kalmakta zorlandığım zamanlar yazarak kendimle daha çok konuşuyorum. Böyle bir dönemde yazdığım dosyaya ise “Zaman'ı Geçerken” başlığını atmıştım. Hayatımda zamanın bir türlü geçmediğini hissettiğim bir dönemde, sanırım zamanı ben geçmek istiyordum. Yazarak bulunduğum andan uzaklaşmak, kendi kendime arkadaşlık ederek daha zamansız hissetmek… Bu dosyanın kapandığıını, yeni bir şeyler yazabilmeye geçebileceğimi sonu yazdığımda anladım. Sonu dediğime bakmayın, kitabın sonu bana ortalarda bir yerlerde gelmişti. Sürekli aynı şeyi yazarak, lafı dolandırarak neyi ertelediğimi bu son ortaya çıktığında fark ettim. Ne yazdığımı bile ancak sonu yazınca anladım: Bir yüzleşme öyküsü. Spoiler Alert Sanırım ne yazdığımı anlayınca değil de, bunun kimle yüzleşme olduğunu anlayınca bu dosya zihnimde tamamlanmış oldu. Kayıpla yüzleşmeye çalıştığımı zannederken kendimle yüzleştiğimi fark edince yani. Kendi zihnimin, kendi zamanımın dışına çıkmaya çalıştığımı zannederken, yalnızca bu ikisini keşfetmekte olduğumu görünce. Bu yüzden bu kitabın sonu, hatta tamamı Elif'ten Elif'e bir mektup aslında. Öyleyse neden bu dosya bir kitaba dönüştü? Bilim ve edebiyat arasındaki en temel fark birinin maddeyi, diğerinin insanı ele alması olsa gerek. Bu nedenle dışsal olay örgüleri yerine, içsel gelgitleri takip etmek benim için okumayı sohbet etme haline dönüştüren şey. En bireysel, en içten ve bize özgü hissettiren şey de bu yüzden genelde en evrensel deneyim anlatısı oluyor aslında. Olay ne kadar mikro ve yerel ise, deneyim o kadar evrenselleşiyor. Benim kendi hislerimi evrensel şekilde anlatmış olmaya dair bir iddiam yok. Aksine, yazdıklarımın kendime bir mektup olduğunu, unutmak isteyeceğim bir zamanı ironik bir şekilde kayda geçtiğimi düşünüyordum. Ta ki yazdıklarım başka bir Elif'e ulaşana kadar. Elif'in Elif'le yüzleşmesini yazarken, böyle bir şey yaşayacağımı hayal bile edemezdim. Çok sevdiğim arkadaşım ve piyano öğretmenim aracılığıyla dosyamı başka bir Elif daha okudu: Elif Doruk. Elif, benim için bir ilham kaynağı, kendi yayınevi olan bir girişimci. Zaman'ı Geçerken'de Elif'in Elif'le karşılaşmasını yazdığımda, aynı zamanda Elif Doruk'la karşılaşma sahnemi yazdığıma dair hiçbir fikrim yoktu. Elif ile ilk konuştuğum anda, bu ilk kitap yolculuğuna onunla çıkmak istediğimi anladım. Yazmak bireysel bir eylem, yayınlamak ise bir takım işi Kitabımla ilgili ilk metnimi madem Linkedin'de yazıyorum, bu platforma yönelik bir başlık da atmasam olmaz. Elif dosyamı yayınlamak istediğini söylediğinde, dosyanın bir kitaba dönüşmesi için iki aşama kalmıştı: Ön ve arka kapak. Neden bir kitabı “kapağına göre yargılama” deriz? Yazarı ve içeriği hakkında bir fikrimiz yoksa, kitabın kapağı dışında başka nereye bakabiliriz ki? Ön kapak tasarımı için ilk aklıma gelen kişi eski iş arkadaşım İsmail Günbay oldu. Tasarımın nasıl bir şey olacağından bağımsız, gelecekte “ilk kitabımın kapağını İsmail” tasarlamıştı diyebilmenin beni çok mutlu edeceğini düşündüm. İsmail de beni kırmadı ve ön kapağı hazırladı. Gördüğümde içimi açan bu tasarım için kendisine ne kadar teşekkür etsem az. Arka kapak için kitabı yansıtan bir şey hazırlamak, bu sürecin nasıl olması gerektiğini kestirmek ise benim için çok daha zordu. Çünkü kendi yazdıklarımı okumak utanç verici geliyordu, onları açıklayan ya da değerlendiren/özetleyen bir açıklama yazma fikri ise boğucuydu. Bu nedenle yapısöküm yeteneğine hayran olduğum bir yazar olan Yalın Alpay'a dosyamı gönderdim ve arka kapak için bir paragraf yazmak ister mi diye sordum. Arka kapak da bu şekilde ortaya çıkmış oldu. Acemi bir yazara kulak verdiği, yazdıklarıma geri bildirim sağladığı için kendisine minnettarım. Sonrası ise benim tarafımda bilinmezliklerle dolu bir süreçti. Hiç deneyimim olmayan bir alanda, farklı iterasyonlarla, belli bir şablon izlemeden bu süreçte ilerliyor olma hissi hem heyecan verici, hem de duygusal anlamda biraz yorucuydu. Bu yolculuktaki eşlikçim Elif gibi biri olduğu için ise çok şanslıyım. Bana yol boyunca deneyimsiz bir yazar gibi değil, yayınevinin bir parçası gibi hissettirdi ve görüşlerimi önemsedi, yaratıcılığıma alan açtı. Peki şimdi? Farklı farklı dosyalarda yazmaya devam ediyorum. Zaman'ı Geçerken boyutuna ulaşan, düşüncelerimi değil, hislerimi yazdığım yeni bir dosya daha var: Zaman'ı Geçtikten Biraz Sonra. Bu dosyayı da bir gün paylaşmaya hazır hisseder miyim bilmiyorum. Sanırım en garip tarafı da kitabı olan biri gibi hissetmiyorum. Arzunun doğası öyledir ya, gerçekleşen bir arzu artık geçmişin arzusu olmak zorundadır. Bir zamanlar en büyük hayallerim Boğaziçi'ne gitmek, farklı ülkeler görmek, sevdiğim işlerde çalışmak, kendi işimi yapmaktı. Bunlar gerçekleştikçe, hayal ettiğim zamanı hatırlayıp minnettar hissetim. Ancak hayaller kurarken her seferinde unuttuğum bir şey vardı: Bunların gerçekleştiği gün ben farklı bir kişi olmuyordum, büyümek ve farklılaşmak çok daha uzun zamana yayılan, tek bir eşik noktasına bağlı olmayan şeylerdi. Boğaziçi'ne gitmeyi hayal eden ben ve tercih sonucunu öğrenen ben arasında bir noktada yalnızca bir gün fark var. Sonuç açıklandığı gün, hayalci ben ve Boğaziçili benin kesişim noktası. O noktada ne artık bu yalnızca bir hayal, ne de tam anlamıyla gerçeklikti. Çünkü üniversiteli olmak, o deneyimin beni dönüştürmesi yıllara yayılacak olan bir olaydı. Sanırım iş hayatına atılmak ya da kitap yazmak da böyle bir şey. İnsan kitabı basıldı diye yazar gibi hissetmiyor, bir yola çıkmış gibi hissediyor sadece.
Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.
Kapat