Papağana Silah Çekme

Stok Kodu:
9789753635493
Boyut:
160-160-0
Sayfa Sayısı:
189
Basım Yeri:
İstanbul
Baskı:
2
Basım Tarihi:
2000-06-01
Kapak Türü:
Karton
Kağıt Türü:
1.Hamur
Dili:
Türkçe
Kategori:
%28 indirimli
9,26TL
6,67TL
Havale/EFT ile: 6,34TL
9789753635493
662685
Papağana Silah Çekme
Papağana Silah Çekme
6.67
"biliyorum bundan sonrası yatağın yatağa omuz attığı papağanın papağana silah çektiği cesedin cesetle çılgınca raksettiği o uppuuzun cerahatle lal vakti!" özlerinin önünde bulanık bir gölle dolaşıyor. bildiklerini anlatan bir papağan o: kim ne derse desin: İdealist. Tadımlık uzak günlükler bir zamanların en özel sevgisine.. genlerimize çöreklenmiş ilk yolculuğun misafirliği opal bavullarda bütün berbat hayatların tahlilleri ve mıknatıs tenlerin üzerinde unutulmuş solgun temaslar dilbaz martı ile ölgün yunusun tek nikâh şahidi; pırıl pırıl bir miçoyum kimseye görünmeyen sekizinci cüceyim daha yeni boyamışım gemiyi açık siyaha sağ avcumda poyraz sol avcumda uygunsuz rüyalar kaç gümüşü altına çevirmiş profesör dudaklarım hatırlarım hem biliyorum asla çocuklara adanmaz seyir defterleri.. sarıdan tahliye Babyface Limanında yağmura ve incecik bir yalnızlığa rağmen şarap içmişim iki mavi liraya köpürte köpürte oysa sen bir kartpostal niyetine postalandığın cennetten kötü bir haber olarak dönmüşsün yine bu yere... ah hatalı intiharların doğru tahmin edilmiş nedenleri... bir gece sabaha karşı alışılmış fırtınalarla kayalıklarına bindirmişim zalim âşıklar yaşıyormuş senin denizfenerinde! ağzımda sönmüş bir gitanes sigarasıyla şimdi bakıyorum da sığ okyanuslara ne uzak günlüklerdeki telaşlar ne de pazularımdaki arzu dövmeleri hayret hiç geçmiyor adın cızırtılı yardım çağrılarında çaresiz bir filika gibi sığındığım tahsilli gülümsemenden iz yok radarlarda da ve kanını dondurmamış meğer balerinler gibi döne döne batışım! ne demişti bizi bir bıçak darbesiyle ayıran Kıran: ancak kara göründüğünde kalkışılınır gerçek ihanete, ne kadar isterse istesin kavuşup kucaklaşamaz iki deli dalga aynı mahşerî denizde! neyse.. sevgilim!. çözülsün boynundaki palamar, idam mahkûmunun ve the cureun şarkıları kalsın sana bu kışaşktan gemi dibe oturdu, vakit tamam, artık ne olacaksa olsun define bulamaz tahta kalpli korsanlar bizim meşhur rotamız dolunaylar patlatır be kaptan! 2 ocak 1995 pil otomobilin altında kalmış peygamber. bir delikten içeri sızmaya çalışmış hayatı boyunca kan. kapan kapanmadan önce kararan hava şişirmiş komik cinlerin etli ciğerlerini. istanbula inen uçak avcundan su içmiş karanlığın. öyle yazmışsın mektubunda öyle dedi akıl hastanesine yatırılan postacı. 28 kasım 1996 çin lokantası beni sevmene asla izin vermeyeceğim diye yazmıştın kapımdaki not defterine; kendi kapımı çalmak zorunda kalmıştım içerde olmadığımı bile bile! gövdeni hatırlıyorum ansızın bu kış ormanında işte uzun büyük parlak siyah ve vahşi! parçalayacak kadar siyah ve onarabilecek kadar vahşi! sanki aşka hayattan daha fazla özen gösteren, çocuksu ama hep hırpalanmış, hırpalandıkça palazlanmış bir ziyaretçi! gövdenin tarihinde yan yana dururdu yalnızlıklarımız plastik ve acımasız, zehirli ve karmaşık kısaca, birbirlerine sevgiyi öğretmeye çalışırken birbirlerine kan içirdiklerini anlayan iki serseri âşık! elerinin saklamaya çabaladığı o şehir gecesi başın omzumda, gözlerin kapalı, saçların açık giderken citroen:dudaklarını döven neon gazı, dudaklarındaki kazı tozu. ölelim mi... demiştin bak şimdi tam sırası! dağlarda bir çin lokantasıydık senle ben müşterisiz mütemadiyen ağlamaklı için için eğlenceli temiz.. çevresinde çizgifilm hayvanlarının oynaştığı bir çin lokantasıydık dağlarda senle ben bir tahta masa iki iskemleyle sınırlıydı ülkemiz mesela yeni pişmiş pirinç pilavı dilinin üstünde yürürdü kokarca ve sağ kulağındaki halka küpeden atlardı çığlık çığlığa tenimdeki tüm yabanıl bitki örtüsü biz birbirimizin çatalı, bıçağı biz birbirimizin incelik hırsızı, gönül süsü ayrılık, bir yutulmaz lokma gibi kaldı boğazımızda! sevgilim, sevdanın sevdaya ettiğini etmez et, kemiğe sarayın çıkışlarını tutarken uyuşturucu ve kaftan merdivenlere yığılıp ölen son şehzade son fırsat, kaçınılmaz son düet, son soytarının son yemini son sonsuzluğa dokunan küstah kızıl kanaviçe! dağlar, dersini verir acının kuşkusuz aslolan, savruk ruhlara yakışan sahici ölümler bulmakta, yoksa kimin kimin tabutunu çakacağı mühim değil gecenin koynuna ihanet, bir orospu gibi sokulmakta! ışıktan ışığa geçen o tenha yolda o karanlık nefes alışta ve o darmadağın boğulmada seni sevmeme asla izin vermediğin o kör noktada o hırçın, o fazla erkek fazla kadın noktada tanımadığım tanımaya kalkışmadığım izahı zor, kavranması imkânsız bir hastalık gibi ilerledim gövdenin gövdemi bulandırdığı şaha kaldırdığı boşluklarda! iz sürmedim ad sormadım dönüp bakmadım ardıma! hatırla sevgilim, mutlaka sen de hatırla o kadar çok kovaladık ki hayat içersinde kendi kendimizi, mecali kalmadı hayatların başka hayatları yakalamaya! beni sevmene izin vermeyeceğim diye yazmıştın kapımdaki not defterine; ben de eklemişim altına: aşkı dövmek lazım kalbe terbiyesizlik ettiğinde!.. yaz boyu, 1996 üçgen üç gen istirahate çekilmiş şehirlerden geç terkedeceğin kadın olmalı bir tarafında tren, yanında yatan yabancıya uzattığın el gibi ürkekçe yaklaşmalı son noktaya biliyoruz biz burada, senin sesin yoktu, biz burada uslu çocuklara şeker alırken gecenin göğsüne ucunda elmas taşıyan ok gibi saplanıverdi birdenbire i need you maalesef! tamamlamamış ressam portreni eksik kalmış gözlerin yüzünde, aldatıyorsun günü bak, koynuna ay almışsın sen kendini ne sanıyorsun ben kendimi kim bilir ne sanıyorum, bir zamanlar ben de istirahate çekilmiş şehirler geçtim kadınlar terkettim paramparça şimdi açım ve ıslanıyorum kendine güven, kendini küçümseme mesela kimse görmez kelebeğin gülümsemesini çiçeğin açarken çıkarttığı sesi kimse işitmez mesela her neyse, ben hep o yabancı gibi yanındayım bana kızma, yeni sevgilim pek hırçın laf aramızda telefonu kapatmak zorundayım, vampir rotası yalnızca iki el ateş edeceksin çünkü aşk, israf değil! içinde gizlenen siyah beyaz hayvan haplanmış gözlerine çöken terki diyar kalbinin çıkışındaki esrarlı sudan sebep ve tetikteki on birinci parmak bir kancalı
"biliyorum bundan sonrası yatağın yatağa omuz attığı papağanın papağana silah çektiği cesedin cesetle çılgınca raksettiği o uppuuzun cerahatle lal vakti!" özlerinin önünde bulanık bir gölle dolaşıyor. bildiklerini anlatan bir papağan o: kim ne derse desin: İdealist. Tadımlık uzak günlükler bir zamanların en özel sevgisine.. genlerimize çöreklenmiş ilk yolculuğun misafirliği opal bavullarda bütün berbat hayatların tahlilleri ve mıknatıs tenlerin üzerinde unutulmuş solgun temaslar dilbaz martı ile ölgün yunusun tek nikâh şahidi; pırıl pırıl bir miçoyum kimseye görünmeyen sekizinci cüceyim daha yeni boyamışım gemiyi açık siyaha sağ avcumda poyraz sol avcumda uygunsuz rüyalar kaç gümüşü altına çevirmiş profesör dudaklarım hatırlarım hem biliyorum asla çocuklara adanmaz seyir defterleri.. sarıdan tahliye Babyface Limanında yağmura ve incecik bir yalnızlığa rağmen şarap içmişim iki mavi liraya köpürte köpürte oysa sen bir kartpostal niyetine postalandığın cennetten kötü bir haber olarak dönmüşsün yine bu yere... ah hatalı intiharların doğru tahmin edilmiş nedenleri... bir gece sabaha karşı alışılmış fırtınalarla kayalıklarına bindirmişim zalim âşıklar yaşıyormuş senin denizfenerinde! ağzımda sönmüş bir gitanes sigarasıyla şimdi bakıyorum da sığ okyanuslara ne uzak günlüklerdeki telaşlar ne de pazularımdaki arzu dövmeleri hayret hiç geçmiyor adın cızırtılı yardım çağrılarında çaresiz bir filika gibi sığındığım tahsilli gülümsemenden iz yok radarlarda da ve kanını dondurmamış meğer balerinler gibi döne döne batışım! ne demişti bizi bir bıçak darbesiyle ayıran Kıran: ancak kara göründüğünde kalkışılınır gerçek ihanete, ne kadar isterse istesin kavuşup kucaklaşamaz iki deli dalga aynı mahşerî denizde! neyse.. sevgilim!. çözülsün boynundaki palamar, idam mahkûmunun ve the cureun şarkıları kalsın sana bu kışaşktan gemi dibe oturdu, vakit tamam, artık ne olacaksa olsun define bulamaz tahta kalpli korsanlar bizim meşhur rotamız dolunaylar patlatır be kaptan! 2 ocak 1995 pil otomobilin altında kalmış peygamber. bir delikten içeri sızmaya çalışmış hayatı boyunca kan. kapan kapanmadan önce kararan hava şişirmiş komik cinlerin etli ciğerlerini. istanbula inen uçak avcundan su içmiş karanlığın. öyle yazmışsın mektubunda öyle dedi akıl hastanesine yatırılan postacı. 28 kasım 1996 çin lokantası beni sevmene asla izin vermeyeceğim diye yazmıştın kapımdaki not defterine; kendi kapımı çalmak zorunda kalmıştım içerde olmadığımı bile bile! gövdeni hatırlıyorum ansızın bu kış ormanında işte uzun büyük parlak siyah ve vahşi! parçalayacak kadar siyah ve onarabilecek kadar vahşi! sanki aşka hayattan daha fazla özen gösteren, çocuksu ama hep hırpalanmış, hırpalandıkça palazlanmış bir ziyaretçi! gövdenin tarihinde yan yana dururdu yalnızlıklarımız plastik ve acımasız, zehirli ve karmaşık kısaca, birbirlerine sevgiyi öğretmeye çalışırken birbirlerine kan içirdiklerini anlayan iki serseri âşık! elerinin saklamaya çabaladığı o şehir gecesi başın omzumda, gözlerin kapalı, saçların açık giderken citroen:dudaklarını döven neon gazı, dudaklarındaki kazı tozu. ölelim mi... demiştin bak şimdi tam sırası! dağlarda bir çin lokantasıydık senle ben müşterisiz mütemadiyen ağlamaklı için için eğlenceli temiz.. çevresinde çizgifilm hayvanlarının oynaştığı bir çin lokantasıydık dağlarda senle ben bir tahta masa iki iskemleyle sınırlıydı ülkemiz mesela yeni pişmiş pirinç pilavı dilinin üstünde yürürdü kokarca ve sağ kulağındaki halka küpeden atlardı çığlık çığlığa tenimdeki tüm yabanıl bitki örtüsü biz birbirimizin çatalı, bıçağı biz birbirimizin incelik hırsızı, gönül süsü ayrılık, bir yutulmaz lokma gibi kaldı boğazımızda! sevgilim, sevdanın sevdaya ettiğini etmez et, kemiğe sarayın çıkışlarını tutarken uyuşturucu ve kaftan merdivenlere yığılıp ölen son şehzade son fırsat, kaçınılmaz son düet, son soytarının son yemini son sonsuzluğa dokunan küstah kızıl kanaviçe! dağlar, dersini verir acının kuşkusuz aslolan, savruk ruhlara yakışan sahici ölümler bulmakta, yoksa kimin kimin tabutunu çakacağı mühim değil gecenin koynuna ihanet, bir orospu gibi sokulmakta! ışıktan ışığa geçen o tenha yolda o karanlık nefes alışta ve o darmadağın boğulmada seni sevmeme asla izin vermediğin o kör noktada o hırçın, o fazla erkek fazla kadın noktada tanımadığım tanımaya kalkışmadığım izahı zor, kavranması imkânsız bir hastalık gibi ilerledim gövdenin gövdemi bulandırdığı şaha kaldırdığı boşluklarda! iz sürmedim ad sormadım dönüp bakmadım ardıma! hatırla sevgilim, mutlaka sen de hatırla o kadar çok kovaladık ki hayat içersinde kendi kendimizi, mecali kalmadı hayatların başka hayatları yakalamaya! beni sevmene izin vermeyeceğim diye yazmıştın kapımdaki not defterine; ben de eklemişim altına: aşkı dövmek lazım kalbe terbiyesizlik ettiğinde!.. yaz boyu, 1996 üçgen üç gen istirahate çekilmiş şehirlerden geç terkedeceğin kadın olmalı bir tarafında tren, yanında yatan yabancıya uzattığın el gibi ürkekçe yaklaşmalı son noktaya biliyoruz biz burada, senin sesin yoktu, biz burada uslu çocuklara şeker alırken gecenin göğsüne ucunda elmas taşıyan ok gibi saplanıverdi birdenbire i need you maalesef! tamamlamamış ressam portreni eksik kalmış gözlerin yüzünde, aldatıyorsun günü bak, koynuna ay almışsın sen kendini ne sanıyorsun ben kendimi kim bilir ne sanıyorum, bir zamanlar ben de istirahate çekilmiş şehirler geçtim kadınlar terkettim paramparça şimdi açım ve ıslanıyorum kendine güven, kendini küçümseme mesela kimse görmez kelebeğin gülümsemesini çiçeğin açarken çıkarttığı sesi kimse işitmez mesela her neyse, ben hep o yabancı gibi yanındayım bana kızma, yeni sevgilim pek hırçın laf aramızda telefonu kapatmak zorundayım, vampir rotası yalnızca iki el ateş edeceksin çünkü aşk, israf değil! içinde gizlenen siyah beyaz hayvan haplanmış gözlerine çöken terki diyar kalbinin çıkışındaki esrarlı sudan sebep ve tetikteki on birinci parmak bir kancalı
Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.
Kapat