9789755203096
413413
https://www.sehadetkitap.com/urun/kulturlerarasi-felsefe-acisindan-hegel
Kültürlerarası Felsefe Açısından Hegel
46.80
1930 doğumlu Heinz Kimmerle emekli felsefe profesörüdür. Görevinin son beş yılında Rotterdam Erasmus Üniversitesi Kültürlerarası Felsefenin Temelleri Vakıf Kürsüsü başkanlığını yaptı. O zamandan bu yana araştırmalarının ağırlık merkezini, Afrika felsefesi özelinde kültürlerarası felsefe oluşturmakta.
Hegeli okumak basit bir girişim değildir ve onun kültürlerarası okunuşu ise özel güçlükler içerir. Hegelin Avrupa dışı kültürler ve felsefeleri hakkındaki iyi bilinen çarpık ifadeleri kültürlerarası bir Hegel okumasının pek de verimli olmayacağı izlenimini verir. Ne var ki, onun düşüncesinin oluşum tarihini gözeten ve sistemli olarak yapılacak sabırlı bir yorum, bu güçlüklerin pek çoğunu ortadan kaldırır. Sonuç olarak, onun Avrupa dışı kültürleri değerlendirmesinde beliren önyargıların pek de Hegel ile değil, Avrupa ile ilişkili olduğu görülür ki, Hegel Avrupanın düşünüş tarzını özellikle berrak ve radikal bir biçimde özümsemişti.
Erken Yazılarının (1797-1800) sonlarında Hegel, aynı zamanda kendi felsefe sistemi kurma çalışmasının çıkış noktasını teşkil eden sevgi ve yaşam kavramlarına ulaşmakta. Bu kavramlar dünyanın ve insanın anlaşılması bakımından, özellikle tarihsel belirlenimleri içerisinde, fakat aynı zamanda kültürlerarası düzlemde de son derece önem taşırlar. Bir yandan Yahudilere karşı ayrımcılık diğer yandan Yunanlıların idealleştirilmesi dünyanın Avrupa dışı bölgelerine yanlış bir bakış tarzının göstergesidirler.
Geç döneminden tamamen farklı olarak Hegel, erken Fichte ve Schellingin Felsefe Sistemlerinin Farkı (1801) yazısında, felsefenin (veya felsefe içerisinde felsefi olanın) tarihinin olmadığı, her zaman için aynı olduğundan hareket eder. Değişen şey, bir dönemin yapı malzemesi, hatta şöyle demek de mümkün, onun içinde ya da ondan çıkarak bir felsefenin işlendiği spesifik kültürel bağlamdır. Bu zamansal-tarihsel bakış tarzını, coğrafi ve kültürel olan üzerine de aktarmak mümkündür ki, bu, felsefenin görevinin her zaman ve her yerde aynı olduğunu varsayımına götürür.
Kölelikten kurtuluşun koşullarını sergilediğinden, Tinin Fenomenolojisindeki (1807) köle ve efendi diyalektiği çok kereler dikkatleri üzerine çekti ve yorumlandı. Hegelin Afrikayı ve Afrika sakinlerini değerlendirmesi açısından, onun bu diyalektiği ve buna bağlı olan tanınma mücadelesini ilk kez ele aldığı Jena Sistem Taslakları Ide (1803/04) efendi ve köleden değil görünüşe göre Tahitideki zenci kölelerin ayaklanması arkaplanında - efendi ve esirden sözetmesi fikir vericidir.
Temelde Hegelin yaptığı, Aydınlanma felsefesinde tipik olduğu üzere, zamanının Avrupa düşüncesini evrensel saymaktı. Bu, onun Mantık Biliminde (1812-17) saf ve evrensel geçerli düşüncenin açımlanması için zamanı silmek zorunda olması, fakat yine aynı amaç için kendi tarihsel döneminin Almancasını kullanmasındaki tutarsızlıkta dile gelir. İşte burada, onun düşüncesinin ne derece kabul edilebilir olduğu konusundaki sınırlılık belki de en açık biçimde kendini gösterir. Ayrıca, felsefi düşüncenin evrenselliği sorusunun da yeniden sormak gerekir. Burada sorunun yanıtının a posteriori bir evrensellikten geçtiğine işaret edilmekte.
Hukuk Felsefesinin Ana Hatlarında (1821) ayrıntılı olarak ortaya koyduğu hukuk, toplum ve devlet felsefesi çerçevesinde geliştirdiği sivil toplum felsefesinde Hegel, sömürgeciliğin haklılaştırılması sonucuna varır. Bu, sivil toplumun, onu sürekli olarak sınırları dışına çıkmaya zorlayan kendi iç dinamiğinden bir bakıma kaçınılmaz olarak doğar. Bu dinamikle bağlantılı problemler açıkça belirtilir, fakat Hegel, onların çözümlenişini devlet düzleminde aradığından, bu problemleri öylece bırakır. Sivil toplumun dinamiğinin toplumsal bir düzlemde dizginlenmesi mümkün değildir; o, etkinliğini değişen biçimlerde hep devam ettirecektir.
Hegelin Avrupa dışı kültürler ve felsefeleri hakkındaki yakışıksız düşünceleri, onun bu konudaki en göze batan olumsuz değerlendirmeleri yaptığı Alt Sahra Afrikası örneğinde sergilenir. O, 1820li yıllarda çok kereler vermiş olduğu Dünya Tarihi Felsefesi Derslerine girişte, dünyanın Avrupa dışı bölgelerinin neden Avrupada cereyan eden asıl tarihin olsa olsa öntarihine dahil edilebilecekleri ya da - diğerlerinin yanısıra Alt Sahra Afrikasının durumunda da olduğu gibi - dünya tarihi tiyatrosunun sahnesinde hiç bir yerlerinin olmadığı şeklinde dayanaksız ve konuya dair bilgisinin azlığına delil niteliğindeki akıl yürütmeler getirir. Hegelin bizzat kendisi bu bağlamda, Avrupalı tacirlerin büyük çaplı olarak yürüttükleri köle ticaretine haklılık zemini sağlar. Bu, onun kendi politik felsefesini somut özgürlükün felsefesi olarak tasarlamış olmasıyla uyuşmaz. Bu yalnızca onun, Afrikalıları bu özgürlükten pay alabilecek insanlar olarak gerçekten ciddiye almamış olması gerçeği ile açıklanabilir.
Son olarak Hegelin ardından nasıl onun felsefesindeki avrupamerkezciliğin ağır ve meşakkatli adımlarla aşıldığı sergilenmekte. Schopenhauer, Nietzsche, Bataille ve Merleau-Ponty bu sürece dair örneklerdir. Heideggerin düşüncesinde avrupamerkezcilik 20. yüzyılın otuzlu yıllarında önce daha da radikal hale gelir. Sonraları, ellili yıllardan itibaren Heidegger kendini Japon filozoflarla görüş alışverişine açmaya ve derinlemesine Lao-Tse ile uğraşmaya başlar. Gelgelelim her kültürde ona ait bir felsefe olduğunu kabul eden kültürlerarası boyutun felsefe yapmaya sokulması bir diğer cüretkar adım olarak kalmaktadır.
1930 doğumlu Heinz Kimmerle emekli felsefe profesörüdür. Görevinin son beş yılında Rotterdam Erasmus Üniversitesi Kültürlerarası Felsefenin Temelleri Vakıf Kürsüsü başkanlığını yaptı. O zamandan bu yana araştırmalarının ağırlık merkezini, Afrika felsefesi özelinde kültürlerarası felsefe oluşturmakta.
Hegeli okumak basit bir girişim değildir ve onun kültürlerarası okunuşu ise özel güçlükler içerir. Hegelin Avrupa dışı kültürler ve felsefeleri hakkındaki iyi bilinen çarpık ifadeleri kültürlerarası bir Hegel okumasının pek de verimli olmayacağı izlenimini verir. Ne var ki, onun düşüncesinin oluşum tarihini gözeten ve sistemli olarak yapılacak sabırlı bir yorum, bu güçlüklerin pek çoğunu ortadan kaldırır. Sonuç olarak, onun Avrupa dışı kültürleri değerlendirmesinde beliren önyargıların pek de Hegel ile değil, Avrupa ile ilişkili olduğu görülür ki, Hegel Avrupanın düşünüş tarzını özellikle berrak ve radikal bir biçimde özümsemişti.
Erken Yazılarının (1797-1800) sonlarında Hegel, aynı zamanda kendi felsefe sistemi kurma çalışmasının çıkış noktasını teşkil eden sevgi ve yaşam kavramlarına ulaşmakta. Bu kavramlar dünyanın ve insanın anlaşılması bakımından, özellikle tarihsel belirlenimleri içerisinde, fakat aynı zamanda kültürlerarası düzlemde de son derece önem taşırlar. Bir yandan Yahudilere karşı ayrımcılık diğer yandan Yunanlıların idealleştirilmesi dünyanın Avrupa dışı bölgelerine yanlış bir bakış tarzının göstergesidirler.
Geç döneminden tamamen farklı olarak Hegel, erken Fichte ve Schellingin Felsefe Sistemlerinin Farkı (1801) yazısında, felsefenin (veya felsefe içerisinde felsefi olanın) tarihinin olmadığı, her zaman için aynı olduğundan hareket eder. Değişen şey, bir dönemin yapı malzemesi, hatta şöyle demek de mümkün, onun içinde ya da ondan çıkarak bir felsefenin işlendiği spesifik kültürel bağlamdır. Bu zamansal-tarihsel bakış tarzını, coğrafi ve kültürel olan üzerine de aktarmak mümkündür ki, bu, felsefenin görevinin her zaman ve her yerde aynı olduğunu varsayımına götürür.
Kölelikten kurtuluşun koşullarını sergilediğinden, Tinin Fenomenolojisindeki (1807) köle ve efendi diyalektiği çok kereler dikkatleri üzerine çekti ve yorumlandı. Hegelin Afrikayı ve Afrika sakinlerini değerlendirmesi açısından, onun bu diyalektiği ve buna bağlı olan tanınma mücadelesini ilk kez ele aldığı Jena Sistem Taslakları Ide (1803/04) efendi ve köleden değil görünüşe göre Tahitideki zenci kölelerin ayaklanması arkaplanında - efendi ve esirden sözetmesi fikir vericidir.
Temelde Hegelin yaptığı, Aydınlanma felsefesinde tipik olduğu üzere, zamanının Avrupa düşüncesini evrensel saymaktı. Bu, onun Mantık Biliminde (1812-17) saf ve evrensel geçerli düşüncenin açımlanması için zamanı silmek zorunda olması, fakat yine aynı amaç için kendi tarihsel döneminin Almancasını kullanmasındaki tutarsızlıkta dile gelir. İşte burada, onun düşüncesinin ne derece kabul edilebilir olduğu konusundaki sınırlılık belki de en açık biçimde kendini gösterir. Ayrıca, felsefi düşüncenin evrenselliği sorusunun da yeniden sormak gerekir. Burada sorunun yanıtının a posteriori bir evrensellikten geçtiğine işaret edilmekte.
Hukuk Felsefesinin Ana Hatlarında (1821) ayrıntılı olarak ortaya koyduğu hukuk, toplum ve devlet felsefesi çerçevesinde geliştirdiği sivil toplum felsefesinde Hegel, sömürgeciliğin haklılaştırılması sonucuna varır. Bu, sivil toplumun, onu sürekli olarak sınırları dışına çıkmaya zorlayan kendi iç dinamiğinden bir bakıma kaçınılmaz olarak doğar. Bu dinamikle bağlantılı problemler açıkça belirtilir, fakat Hegel, onların çözümlenişini devlet düzleminde aradığından, bu problemleri öylece bırakır. Sivil toplumun dinamiğinin toplumsal bir düzlemde dizginlenmesi mümkün değildir; o, etkinliğini değişen biçimlerde hep devam ettirecektir.
Hegelin Avrupa dışı kültürler ve felsefeleri hakkındaki yakışıksız düşünceleri, onun bu konudaki en göze batan olumsuz değerlendirmeleri yaptığı Alt Sahra Afrikası örneğinde sergilenir. O, 1820li yıllarda çok kereler vermiş olduğu Dünya Tarihi Felsefesi Derslerine girişte, dünyanın Avrupa dışı bölgelerinin neden Avrupada cereyan eden asıl tarihin olsa olsa öntarihine dahil edilebilecekleri ya da - diğerlerinin yanısıra Alt Sahra Afrikasının durumunda da olduğu gibi - dünya tarihi tiyatrosunun sahnesinde hiç bir yerlerinin olmadığı şeklinde dayanaksız ve konuya dair bilgisinin azlığına delil niteliğindeki akıl yürütmeler getirir. Hegelin bizzat kendisi bu bağlamda, Avrupalı tacirlerin büyük çaplı olarak yürüttükleri köle ticaretine haklılık zemini sağlar. Bu, onun kendi politik felsefesini somut özgürlükün felsefesi olarak tasarlamış olmasıyla uyuşmaz. Bu yalnızca onun, Afrikalıları bu özgürlükten pay alabilecek insanlar olarak gerçekten ciddiye almamış olması gerçeği ile açıklanabilir.
Son olarak Hegelin ardından nasıl onun felsefesindeki avrupamerkezciliğin ağır ve meşakkatli adımlarla aşıldığı sergilenmekte. Schopenhauer, Nietzsche, Bataille ve Merleau-Ponty bu sürece dair örneklerdir. Heideggerin düşüncesinde avrupamerkezcilik 20. yüzyılın otuzlu yıllarında önce daha da radikal hale gelir. Sonraları, ellili yıllardan itibaren Heidegger kendini Japon filozoflarla görüş alışverişine açmaya ve derinlemesine Lao-Tse ile uğraşmaya başlar. Gelgelelim her kültürde ona ait bir felsefe olduğunu kabul eden kültürlerarası boyutun felsefe yapmaya sokulması bir diğer cüretkar adım olarak kalmaktadır.
Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.